KÜREK MAHKÛMU

“Kürek mahkûmu ruhun huzur buldu mu?”

Tarih boyunca yazılan çizilen üzerine kafa yorulan soru; kazananlar neden kazandı, kaybedenler neden kaybetti? Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt, Timur’a esir düşünce şöyle demiştir: “ Hiçbir komutan yenileceğini düşünmeden önce yenilmemiştir.” Savaş tarihine psikolojik otopsi yapmak için bakıldığında, kazanan tarafın psikolojik sağlamlığını her defasında analiz notlarına eklemek mecburiyetinde kalırız. Kazanan kazanacağına inandığı için kazanır, kaybeden kaybedeceğine inandığı için kaybeder, denklem bu kadar basit. Duyuyorum itirazlarınızı, hayat denen kavgada yenilgileriniz geliyor aklınıza ve “Ben kazanacağıma inanmıştım” diyorsunuz. O inancın içinde neler var bir bakalım isterseniz.

İnanıyor gibi görünme ya da gerçekten inanma: Başarılı olmayı değil başarılı görünmeyi, gerçekten inanmayı değil inanıyor gibi görünmeyi, saygı görmeyi değil haset uyandırmayı, içtenliği değil içten görünmeyi, gerçek anlamda bir psikolojik sağlamlığı değil güçlü görünmeyi önceleyen bir çağın yorgun savaşçıları olduğumuz varsayımını doğru kabul ederek başlayalım yolculuğa… Sınava hazırlanan çocuk kendini adadığı bir ideal için değil, yakın çevrenin “çok çalışıyor” geribildirimi için odasından çıkmıyorsa, günün sonunda, çalışan ama potansiyeli kısıtlı kişi olur. Tersi senaryoda bütün kısıtlara rağmen “vay be” dediklerinizden olur. Aradaki fark, denetim odağı dışarıda bireyin “çalışıyor görünme” eylemi değil midir? Kendisini ikna edememiş, rüyası olmayan, iradesi “fark etmez” kelimesinin boyunduruğunda.. İşin sonucundan anlaşılır aslında fark. Dışarıyı değil içeriyi ikna etse sonuç ne olurdu: Bu çağ ona “başarı hikâyesi” diyor. Basitçe kendi kalmakta ısrar eden insan hikâyesidir aslında…

Dışarıyı ikna etme ile kendini ikna etme arasında nasıl bir fark var, hangisi daha zor? Dışarıyı ikna etmek için neler yapılır: Uyum davranışı öne çıkarılır, kılık kıyafet, davranış kodları ile birebir uyumlu davranılır. Tam istenilen gibi hatta beklentilerinin üzerinde davranışlar sergilenir. Temelde sorulan; benden beklenen nedir, sorusudur. Can az nefes alır, hatta alamaz, ancak kazançlar iyidir, ikincil, üçüncül hatta bir milyonuncul kazançlar size muhteşem bir sosyal konfor sunar. Bu kucaklamayı değil kaçmayı tercih ettiğiniz kendinizden, kurtulamayacağınız ama bunun için biteviye çabalayacağınız bir yolculuğun başlangıcıdır. Susturamadığınızı yalnızlık anlarında ayan beyan görürsünüz, bunu görmemek için de alabildiğine kalabalık olmak gerektiğine inanırsınız. Kocaman gürültülerin içinde kendi sesini duymak istemeyen insan yalnızlığının kürek mahkûmudur artık… Dijital sosyal mecraların da aynı ihtiyacın sanal tatmini olduğunu aklımızda tutarak hüzünlü hikâyeden mutlu son çıkar mı bakalım. Netice olarak beyanı esas alan sosyal çevreniz, büyük kavgalara sebep olacak paylaşımlar söz konusu değilse sunduğunuzla ikna olur. Yine de ete kemiğe bürünmüş sosyal/gerçek varoluşlar risk içerir. Beyanınıza sunumunuza dair akıllara düşecek bir acaba, bütün senaryoyu baştan yazmanızı gerektirebilir. Sağlam biz izlenim oluşturacaksınız, buna etkileşim içinde olduğunuz bireyleri ikna edeceksiniz ve güvende olduğunuzdan emin olacaksınız. Güvende olma, sosyal/gerçek varoluşlarda yüksek risk içerdiğinden dolayı sanal/gerçek varoluşların daha fazla tercih edildiği bir çağdayız. Senaryoyu kendiniz yazıp, kendinizin oynadığı, inanılmaz özgün hissettiğiniz aynı zamanda da yalnız olmadığınız dünyada üstelik riskte minimum düzeyde… Kürek mahkûmu ruhun huzur buldu mu? Bunları yazma sebebim; kucaklamayı değil kaçmayı tercih ettiğin kendinden kaçamayacağını anladığında ne yapacağını tahmin etmeye çalışma çabalarımdır…

Kendini ikna etmek için neler yapılır: Sanırım önce nerede ikamet eder, ne yer ne içer ona bir bakmak lazım… Her şey yolundayken nasıldır, canını ne yakar? Ne zaman mesudum Yarabbi der, ne zaman susturur bütün sesleri? Kendini en güçlü hissettiği vakitler hangileridir, nasıl problem çözer? Neyi sever en çok, ne yamacından hiç ayrılmasın ister? Bütün kavgalar sustuğunda içeride kalan tortu nedir? Vazgeçemedikleri nelerdir, vazgeçemediklerine atıfları nelerdir? Mesela çok sevmeyi zaaf olarak mı görür, gücünü oradan mı alır? Gözlerini kapatırken neyin hayalini görür, gece ne için uyanır, sabahları onu uyandıran nedir? Ne zaman bitkin düşer, hangi vakitler işe yaramaz olduğunu hisseder? Hangi çiçeği sever, yaşadığı ortamda hangi koku olsun ister? Yaparken kendini kaybettiği muhteşem uğraş nedir? Günün sonunda ne söyler, gözünü, kaşını, burnunu sever mi? Kaybettiğinde üzüldüğü ne var, nedir onun kıymetliler listesi, ne arar ne sorar kendine, haylaz mıdır, isyankar mı, kamburu var mıdır, döver mi kendini, nefes alma problemi var mı, ne kadar inanır kendine? Kim ağlatmış en çok, kim beslemiş, kim büyütmüş içindeki çocuğu, çocukken en çok neyi sevmiş, o günlere ait yaraları var mı görmezden gelince görünmez olduğunu sandığı? Ve en önemlisi senin onu tanımaya, sevmeye, yaralarını sarmaya isteğin, merhametin var mı? En son ne zaman hoş gördün onu ve ne zaman merhamet gösterdin? Zorda kaldığında gelip sana sığınabileceği biliyor mu? Bütün bunları merak edip yolculuğa başladığında bu bir merhabadır aslında kendine… Kapalı iletişim kapılarını aralayıp cana can katmak, cana nefes aldırmaktır… Nefes alan can canlanıp attığı her adım yaptığı her işe kendinden bir şeyler katmanın yollarını arayacaktır.

Ve kendine inanmak, kendine inanıyor gibi göstermekten hayli farklıdır. Kendine ve yapacağına inananın sesi içeriden gelir. Vurulup vurulup düşmemesinin sebebi, dışarıdakilerin o sesi duyamamasıdır. Nasıl talimatlandırır kendini bilinmez. İnanıyormuş gibi görünenin motivasyonu, dışarıda olduğundandır belli ki keşfedecek sır da yoktur gelecek son da aşikârdır… Defaten deniyor ve erişemiyorsanız. İçteki niyetin imbiklerden süzülüp en halis haline dönüşmesi gerektiğini gözden kaçırmayın… 2021 yeni umutların, taptaze yolculukların yılı olsun. Ve âdemoğlu/kızı felah bulsun…