“İki şekilde yaşanabilir, ya her şey mucizeymiş gibi
ya da hiçbir mucize yokmuş gibi.”
Einstein
Spot: Mutlaka bir zamanlar yeryüzünü cennet gibi donatmış insanlar olmalı, yoksa bu her şeyin eksik yarım olduğu hissine neden kapılıyoruz. Bulduğumuz çözümler neden huzur getirmiyor ve vadetmiyor. Varlığı ile bütünü besleyen, avucunda toprağın kalp atışını dinleyen, fazladan tüketip, yürüdüğü yolları incitmeyen insanlar olmalı bir zamanlar. Yoksa bu özlenecek durumu özleyebilecek bilgiye nasıl sahip olabiliriz.
“Hocam Yesevi, Yunusum, Sarı Saltuğum bize neler oldu?” diyen sesi bütün ovada yankılandı. Elindeki fenerin alevlerini üşüten bir ayaz vardı sesinde. Yaşlanmayan Çolpan Ananın beli bükülmüştü. Saçlarını ağartmıştı hemencecik. Acı bu, kelimelerin sınırlarından azade hangi yüreğe düşse başka hiçbir duyguyu hissedilmez kılar civarında günlerce, aylarca, yıllarca… “Ah çınarım, ulu çınarım bize neler oldu?” diyerek kendi etrafında dönüyordu Çolpan Ana, sese dökülen sorular, cevabı varsa daha hızlı bulunsun diyeydi. Çınarı geliyordu gözünün önüne alt üst olan toprak ulu çınarın köklerini dışarı çıkarmıştı. Köklere bakım yapıp, yeniden toprak ananın onları bağrına basması sağlanmalıydı. Aksi türlü zarar görecek çınarım ulu çınarım… Daha fazla dövünüp, gökkubbeyi sarsan feryatlar gönderemezdi buna içsel olarak karar verdiğinde, Yesevi’nin sesi ile ürperdi: “Dünya malını sevme, dünyayı çok yığma/ Ölmezim diye söyleme, bütün alem ölgüsü...” Gidenlerin değil elbet, kalanların sınavı, dedi Çolpan Ana, pek zor pek zor diye ekledi…
Darmadağınık iç sesine biteviye yenileri ekleniyordu: Gelmiş geçmiş en zorlu çağın tanıkları olduğumuzu kabul edelim, hem içinde ve uygulayıcısı, hem de kıyısında yakınan tanıklarıyız. Katlanarak artan nüfus, yaşadığı evrenin en seçkini ve ayrıcalıklısı olma edasıyla yapılan çevre yıkımı, bütün bunlara eşlik eden ve doğuran haset ve açgözlülük halleri bizim hallerimiz iguanaların değil. Varoluş amacımızı hapsettiğimiz yerden biz istemesek de çıkarmak zorunda olduğumuz acı deneyimin hemen sonrasında kendime ait olanları eleyerek yazmaya çalışıyorum. O kendime ait olanlar; çokça sitem, kahır ve sonu umutsuzluğa varacak kötüce şeyler kimi zaman... Bunlara değil ihtiyacımız o sebepten eliyorum. Bir kara parçasına 4 metre yer değiştiren titreme, aynı şekilde en uzaktakileri de titretti, bu fabrika ayarlarına dönüş demek, istesekte istemesekte.
Bütün kısır çekişmelerin kötücül sözlerin altında başa çıkmakta zorlandığımız temel bir duygunun olduğunu hepimiz farketmişizdir. Köşeye sıkışmış kaçacak hiçbir yeri olmayanın çaresizlik ve engellenmişlik hali, neticesinde öfke… Kime neye hiç önemli değil öfke… Adeta ihlal, işgal ve istismara maruz kalmış bir çocuğun onu korumak zorunda olduğu ana babasına duyduğu öfke gibi bir öfke… Bir fark var bahse konu çocuk haklı, ancak yetişkin bizler pek haklı değiliz ve bu duyguyu bütünün bütünlüğü için primitif şekilde ne eyleme vurabiliriz ne de dışa vurabiliriz. Çünkü yetişkin bireyden beklenen hak- sorumluluk dengesini kurmuş olmasıdır. Bir çocuk olarak tüm dünyanın sizin etrafınızda döndüğünü ve ihtiyaçlarınızı karşılamak zorunda olan dünyadan alacaklı olduğunuzu düşünebilir, talepte edebilirsiniz. Ama yetişkin aldığı sorumluluklar ölçüsünde genişleyen büyüyen haklarının farkında olandır. Ve işte sorumluluklar buraya gelince kelimeler tıkız, kifayetsiz... Klasörler dolusu tapuların çıktığı enkazdan, klasörün sahibi çıkmış mıdır acaba, kilolarca altının çıktığı göçükten altınların sahibi çıkabilmiş midir? Komşusuna galebe çalmak için biriktirmek ve daha çok daha çok almak isteyen birey, bu yeterli bir amaç mıdır yaşayakalmak için, içinde debelendiğimiz şaşa kültürü bir benim mi gözüme batıyor bütün sivriliği ile? Mutlaka bir zamanlar yeryüzünü cennet gibi donatmış insanlar olmalı, yoksa bu her şeyin eksik yarım olduğu hissine neden kapılıyoruz. Bulduğumuz çözümler neden huzur getirmiyor ve vadetmiyor. Varlığı ile bütünü besleyen, avucunda toprağın kalp atışını dinleyen, fazladan tüketip, yürüdüğü yolları incitmeyen insanlar olmalı bir zamanlar. Yoksa bu özlenecek durumu özleyebilecek bilgiye nasıl sahip olabiliriz.
Bu zor durumlarla başa çıkarken dedi Aydora’ya dönerek Çolpan Ana, iki tür davranış sergiliyoruz. Bu aslında bizim sorumluluk bilincimize ve kendimizde gördüğümüz yapabilirlik sınırlarımıza göre şekilleniyor. Birincisi; yaşanılan zorluğu/travmayı analiz edip, olumlu ve umuttan beslenen bir bakış açısı ile yeniden değerlendirip, destek aramayı ve problemi çözmek için harekete geçmeyi kapsıyor. İkinci baş etme yönteminde ise problemin çözümü olmadığına odaklanıp, bu temel düşünceyi pekiştirecek alternatif pekiştireçleri bulmaya çalışma ve sadece duygularını dışa vurma şeklinde yaşanıyor Aydora dedi. Şimdi sen söyle bakalım hangisine daha yakınsın ve nasıl davranacaksın: Çolpan Ana şuan ağlıyorum ama ikinciyi seçtiğimden değil, tutamıyorum kendimi. Enkaz altında kalan kardeşlerim geliyor gözümün önüne, ben de Vera da çok iyi biliyoruz annesiz babasız kimsesiz kalmanın ne demek olduğunu. Bu gözyaşları ikinciyi tercih ettiğin anlamına gelmez zaten Aydora bırak aksınlar… Böyle bir durumda kalmış olsaydın neyi kaybetmiş olmak çok üzerdi seni ve yaşıtların, diğer insanlar ne yapsa daha iyi hissederdin? Tabiki birincisi sevdiklerimi kaybetmek olurdu Çolpan Ana, ardından her gün gördüğüm arkadaşlarımı ve alıştığım hayatı. Sonrasında beraber büyüdüğüm oyuncaklarımı ve beni ben yapan anılarımı kaybetmekten korkardım ve korkuyorum Çolpan Ana… Birinciyi seçtiğine göre çözüm için kafa yorma ve bütün güçleri birleştirip hareket etme zamanıdır Aydora hadi bakalım oyuncak organizasyonları sende. Ah acılar öldürmeyen büyüten acılar çocukları birden büyüten acılar dedi Çolpan Ana…
Sarı Saltuk’u görür gibi oldu Çolpan Ana kulak kesildi sözlerini işitmek için: Adil ol, yan tutma; yoksulun ahını alma, uyruklarına kötü davranma... Kadı ve valilerini denetle ki iktidarda kalasın ve uyruklarının bağlılığını yitirmeyesin." Osman Gaziye verdiği öğüttü bu dedi. Belli ki ders alınması gerekenler unutulmuş, “liyakat” göz ardı edilmiş. Eyvallah Sarı Saltuk’um eyvallah sözün vakti gelsin konuşuruz, şimdi eylem vakti durmaksızın, çünkü bu kalanların sınavı…
Şefkatini hakedemediğimiz dünyanın ayazı düşecekti elbet payımıza, bırak ayazlarda kalsın yüreğim, bırak sarıp sarmalama beni, duyumsamam gereken acılar var Ankara’nın sabah ayazları gibi keskin… Dedi sustu sustu… Çevresindekilerin dikkati dağılmasın ve yeise kapılmasın diye içine içine ağladı Çolpan Ana…
Sassov Hahamının hikayesi geldi aklına, ne zaman birinin ruhsal ya da bedensel acı çektiğini görse bunu öyle içten bir şekilde yaşar ve paylaşırmış ki başkasının acısı kendi acısı haline gelirmiş. Bir gün biri hahamın başkalarının dertlerini nasılda kendi derdiymiş gibi paylaştığına şaşırdığını söylemiş. Haham, “Paylaşmak mı?” demiş. “ Bu bizzat benim acımdır, acı çekmeyip te ne yapacaktım?” Acı çekmeyip de ne yapacaktık …